Sanat Yönetmenimiz Aydemir Gültekin'in Devlet Tiyatrolarına ait Kızılırmak oyunu hakkındaki yazısı...
DİREN
KIZILIRMAK !
Geçtiğimiz günlerde
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun yerli oyunlar portföyünde bulunan “Kızılırmak”
adlı oyununu izleme fırsatım oldu. Adından da anlaşılacağı üzere Anadolu
motifleriyle bezeli, Anadolu atmosferini, karakterini yansıtacak bizden bir
oyun izlemek üzere biletimi alıp salonda ki koltuğuma oturdum. Pek az
gösterişli, soyut bir dekor karşıladı ilk olarak. “Hah tamam işte Anadolu’nun o
sade gösterişsiz ama her daim sıcak havasını yansıtmaya çalışmışlar” dedim
kendi kendime diğer seyirciler yerini alırken.
Oyun broşüründe
yazanlar bana Anadolu saflığında bir sevginin hikâyesini izleyeceğimi
fısıldıyordu. Ne de olsa çoban ve ağa kızının aşk hikâyesi ne kadar klasik bir
konudur ve ne kadar klasik olursa olsun yüzyıllardır dikkat çeken ve çekmeye
devam edecek olan bir konudur.
Gong vuruldu ve
perdeeee….
İlk olarak koyun
postuna bürünmüş oyuncular, çoban köpekleri ve her an koyunlardan birini alıp
götürecekmiş gibi çevrelerinde dört dönen kurtlar sahne aldı. Hoş ama bir koyun
için pekte alışık olmadığı bir koreografi ile dans etti tüm sahnedekiler,
akabinde esas oğlan Çoban Selim boy gösterdi. Oyunun beklemediğim şekilde müzik
ve dans destekli olması biraz yabancılaştırdı beni oyuna. Biraz da anlatılmak
istenen konuya… Ama çoban Selim, sevdiği ağa kızı Hatice, üvey anne ve yaşlı
ama zengin ağa karakterleri yabancımız değildi neyse ki! Oyuna kendimi
veremiyordum bir türlü belki de her oyuncunun 2-3 kelamdan sonra meramını
besteli, güfteli sözlerle anlatmasındandı bu sıkıntım. Bunun yanı sıra –bir
oyuncu hariç- diğer tüm oyuncularının seslerinin kötü olmasının da etkisi vardı
sanırım.
Hikâye bilindikti
bilindik olmasına ama araya eğreti otu gibi sokuşturulan şarkı sözlerine kulak
kabartınca…-Yok canım bu kadarda olmaz, dedim. Koyunlar adeta Taksim meydanında
slogan atıyordu. Ağaya karşı güya çobanı savunuyorlardı. Hatta bir ara çobanı
da bırakıp küresel meselelere el attılar. Sözler gitgide daha keskinleşiyordu.
Keskinleştikçe daha da Taksim’e dönüyordu sahne.-Diren, diyordu çobana
koyunlar, –Çoban Selim diren… Acaba yanlış yere mi geldim. Ben “Kızılırmak”
oyunu için bilet almışken sahnede başka kızıllıklar oluyordu. Devletin maaşlı
oyuncusu, devletin sahnesinde, devletin parasıyla(aynı zamanda benim paramla) haykırıyordu
Hüseyin ağa üzerinden devlete… ve bunu saf, temiz Anadolu sevdalık hikayesini
kendine perde ederek yapıyordu. Oyunda replikler basit kaçmış, boşver
replikleri şu diren nidalı, gezi imalı şarkılarımıza bakın bizim diyorlardı.
Enstrümanlara hiç değinmiyorum bile. Müzikler Kızılırmak ruhuna Fatiha okutmuş,
kokteyl müziğine dönmüş. Araya kavalı ara ara sıkıştırmaları da kurtarmamış
maalesef bu fecaati. Salona gelen seyircilerin bir kısmı maalesef sanat
estetiğinden yoksun bir şekilde parti mitingine gelen kitleler gibiydi oyunun sonunda.
Etki-tepki böyle bir şey olsa gerek. Yoksa kel başa şimşir tarak mı demeliyim?
Neyse esas hikâye şu
ki; Hüseyin ağa, çoban Selim’e kızını bir şartla o da tüm gece boyunca tuz
yalayacak olan koyunları ertesi gün su içmeden suyun diğer tarafına geçirmesi
karşılığında vereceğini söyler. Çoban selim kavalının nağmeleriyle bunu başarır
ama ağa sözünde durmaz. Hatice’yi isteyen diğer köyün ağasının oğlu Mehmet ise kâhyanın
gazına gelir ve silahını çekerek Selim’e ateş eder. Ama kurşunun önüne bir
cengâver gibi Selim’in sırdaşı “Karakoyun” atlar (burası ilginç oldu) ve çoban
yerine koyun ölür.
Tebrik ediyorum böyle
saf bir hikâyeyi bile böyle kirli olaylara alet edebilen sanatçılarımızı!
Bu arada oyunda bir tek
Karakoyun’u oynayan oyuncunun sesi gerçekten güzeldi. O da öldü zaten…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder